1945 yılı, sosyal bilimler alanındaki gelişmeler açısından önemli bir dönüm noktasıydı. İkinci Dünya Savaşı’nın etkisiyle dünya genelinde sosyal bilimlerin araştırma alanları, siyasal egemenlik ve akademik ilgi noktasında belirleyici bir konuma sahipti.
Bu dönemde üniversitelerde gerçekleşen en büyük yeniliklerden biri, akademik çalışmaları gruplandırmaya yönelik olarak bölge araştırmalarının ortaya çıkmasıdır. Bölge kavramı; “Kendi içinde kültür, tarih ve çoğu zaman dil açısından belirli bir bütünlük taşıyan geniş bir coğrafi alan” olarak tanımlanabilir. Bölge araştırmaları, dünya çapında birçok üniversitede benimsenmiştir.
Bölge araştırmaları, yapısı gereği ‘çok disiplinli’ bir yaklaşım sergilemektedir. Ancak, bu önemin arkasında yatan en büyük motivasyon, siyasal bir gereksinimdir. ABD, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yeni bir siyasal rol üstlenirken, farklı bölgeler hakkında derinlemesine bilgiye ihtiyaç duymuştur. Özellikle, ABD’nin bu süreçte edinmeye çalıştığı bilgiler, o bölgelerin siyasal gerçekleri açısından kritik öneme sahipti. Yerel uzmanlıklar geliştirilmesi, üniversitelerin yalnızca genel bilgi üretmek yerine, özel ve yerel bilgilere yönelmesini zorunlu hale getirmiştir. Ayrıca, bu yerelleşme süreci, kapitalist ekonominin yayılma stratejileri ile de örtüşmektedir. Kapitalizm her ne kadar evrensel bir olgu olsa da, yerel ve bölgesel dinamikleri göz önünde bulundurarak kendine alan yaratmaktadır.
1945 sonrasındaki dönemde, özellikle 1960’larda tarih ile sosyal bilimler arasında belirgin bir iş birliği ve kaynaşma gözlemlenmiştir. Sosyal bilimler içinde, modern dönem boyunca tarih disiplini üzerine yapılan çalışmalar da dikkat çekmektedir. Tarihçiler, bu süreçte daha çok geçmişin siyasetini incelemeyi tercih etmişlerdir; ekonomik ve sosyal tarihe gereken ilgi yeterince gösterilmemiştir. Öne çıkan çalışmalar arasında, Halil İnalcık gibi isimlerin geçmişin ekonomik ve sosyal yönlerine dair katkıları dikkate değerdir.
Bu bağlamda, modernleşme teorileri 1945 sonrasında sosyal bilimler literatürüne önemli bir katman eklemiştir. Modernleşme, tüm ulusların aynı yolları izleyerek farklı aşamalarda kendilerini bulduklarını öne sürmektedir. Bu, dünya milletlerinin modernleşme deneyimlerinin benzerlik ve farklılıklar taşıdığını ifade eder. Ancak bu bakış açısının esasen Batı merkezli bir anlayışla şekillendiği de göz ardı edilmemelidir. Alternatif bir tarih anlayışı, bu tek sesliliğe karşı daha çok-sesli bir yorum sunmayı amaçlamaktadır.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Amerikan hegemonyasının ekonomik boyutu da önemli bir değişim yaratmıştır. Savaş sonrası dönemde Keynesyen yaklaşımlar ve makro-iktisat üzerindeki artan ilgi, siyaset bilimi ile iktisat arasındaki sınırları belirsizleştirmiştir. Siyasi ve iktisadi alanlarda uygulanan politikalar henüz neoliberal bir yönelim göstermiyordu, fakat Amerikan hegemonyası düşüncesi bu dönemde zihinsel olarak yerleşmiştir.
Modern sosyal bilimler, geçmişe kıyasla çok disiplinli çalışmaların artmasıyla dikkat çekmektedir. Çok disiplinlilik, sosyal bilimlerin karşılaştığı sorunlara entelektüel bir yanıt olarak ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla, sosyal bilimciler, daha esnek bir çalışma yürütebilmek için çok disiplinli yaklaşımlar benimsemek durumundadır. Geleneksel üniversite anlayışı ve Avrupa’nın eski dogmatik yapılarının ötesinde modern üniversiteler, sosyal bilimleri daha fazla esneklik ve seslilikle ele almayı hedeflemektedir.
Sosyal bilimler alanındaki bir diğer yenilik ise edebiyat araştırmalarında ‘teori’ kavramının giderek daha fazla yer bulmasıdır. Edebiyat, bir zamanlar kendine has bir alan olarak değerlendirirken, günümüzde teorik yaklaşımlara daha fazla açılmaktadır. Her ne kadar ‘demokratik’ olarak nitelendirilebilse de, edebiyatın tarihsel süreçte kendine ait bir anlatım sanatı olduğu unutulmamalıdır.
Bu değerlendirmeler ışığında, 19. yüzyılda sosyal bilimlerin Avrupa merkezli çabalarla şekillendiğini ve bu durumun şaşırtıcı olmadığını vurgulamak gerekir. Gulbenkian Komisyonu’nun raporuna göre, o dönemde Avrupa kendisini kültürel olarak üstün görüyordu. Avrupa, hem siyasi hem de ekonomik açılardan dünyayı etkileyen bir güç haline gelmiştir. Teknolojik ilerlemeler, bu gücün önemli bir parçası olmuştur ve ileri teknolojiler, daha üstün bir bilime bağlı olarak görülmüştür.
Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta, 1945 sonrasında Avrupa merkezli düşüncelerin sürdüğüdür; ancak bu dönemde siyasal, ekonomik ve kültürel iktidarın Amerikan hegemonyasına geçiş yaptığını belirtmek gerekir. Soğuk Savaş dönemine kadar süren SSCB ve ABD çatışması, Amerikan hegemonyasının şekillenmesine zemin hazırlamıştır. Avrupa üniversiteleri, sosyal bilimler bağlamında köklü bir geçmişe sahip olsalar da, Amerikan üniversiteleri karşısında zamanla geri planda kalmaya başlamıştır.
Gazi Giray Günaydın
[email protected]